bolatunsal @ windowslive.com

 
 
 
Biz Türklerin genlerinde vardır yaylacılık. İster göçebelikten kalma bir alışkanlık deyin, isterseniz özümüze dönme özlemimiz deyin ama değişmeyen tek gerçek sürekli yüreğimizde taşıdığımız, yazın sıcağında dağlara, serin havalara duyduğumuz hasrettir yaylacılık.
Eskiden yaylalara göçü zorunlu kılan, köylünün tarımın yanı sıra aynı zamanda hayvancılık ile de uğraşmasıdır. Sahil kesimlerinde aşırı sıcakların yoğunlaşması ile kuruyan bitkiler nedeniyle hayvanlarını, sahillere oranla daha geç yeşeren, serin tabiata yaylalara götürmek en doğal çözüm yöntemidir. Böyle yerleşmiştir yaylacılık köylümüzün kültürüne.
 
Son çeyrek yüz yılda, işi tarım olmasa da, işi hayvancılık olmasa da, sıcak coğrafyada yaşayanlar yaylalara akın etmeye başladılar. Birikimleri oranında, günlük ya da haftalık kolay inip çıkabilecekleri yaylalardan bütçeleri doğrultusunda tarlalar alındı. Öyle imarlı falan değil tarım alanları. Devlet geç de olsa Toprak Koruma Kanunu ile önlem almaya çalıştı ama tam olarak amaca hizmet etti mi orası belli değil.
Toprak Koruma Kanunu, kentlerden, kasabalardan, köylerden sonra yaylaların da beton yığınlarına dönüşmesini engelleyecek gibi görünse de, hiç amacına ulaşamadı. İhtiyaçları doğrultusunda insanlar şartları zorladı. İhtiyaçları doğrultusunda insanlar kanunları, yönetmelikleri ihlal etti. Bu yapılan ihlaller ile de yeterince baş edilemedi. Yaylalar beton yığınlarına dönüştü.
Yurdum insanının içersindeki yayla aşkı onu aldı götürdü, alan ölçüsüne bakmadan, içersinde yaşayabileceği bir ev yapabileceği toprak parçasına inşaat yapmaya mahkûm etti. İlk etapta, kendine yayla evi yapmak için kolları sıvadı. Sonra çocuklara da bırakabileceği, onların da içersinde yaşayabileceği birkaç katlı evi düşünmeye başladı.  Yetmedi, misafirim gelirse nerede ağırlayacağını düşünmeye başladı. Sonuç olarak ortaya birkaç katlı apartmanlar çıktı.
Bir başka yurdum insanı aklın sıra gösterişli villalar dikti dağ başlarına. Bazılarını bu da kesmedi, işi yaylada villası önüne yüzme havuzuna kadar yükselttiler çıtayı. Bir baktık ki renk renk yapılar serpiştirilmiş dağ yamaçlarına ormanların arasına.
Yeşilin can çekişmesini önemsemedik. Doğanın isyanını duymadık. Kentleri, kasabaları, köyleri, kırları, deniz kenarlarını, denizleri kirlettiğimiz yetmedi, dağ başlarını da kirlettik. İhtiyaçları yasaklamanın sorunları çözmediğini, daha da içinden çıkılmaz bir hal aldığını göremedik. Bütün bunlar olmayabilirdi. Akılcı çözümler üretilseydi.
 
Yayla köylerindeki tarım alanlarının rast gele bölünüp satılmasını engellemek güzel bir yasal düzenleme. Ama eksik bir düzenleme. Vatandaşın yayla köylerinde veya yaylanın herhangi bir yerinde büyük ölçekli tarlası varsa birkaç parçaya bölüp satabilsin. Ama bir ya da iki dönüm tarlayı da üçe beşe bölüp satamasın. Köylü tarlasını ihtiyaçtan satar, siz makul bir ölçekte böldürmezseniz bu defa tamamını satmak zorunda kalır. Çıkardığınız toprak koruma kanunu, toprağı elden çıkarma kanununa dönüşür.
Vatandaşın yayla köyünde tek tapu bir dönüm yeri var. “Hayır, ev yapamazsın” demek yerine, “Şu metre kareyi geçmeyen bir ev yapabilirsin. Hatta senin arazinin büyüklüğüne yapabileceğin ev metre karesi şu miktarda, yapabileceğin evin projesi de budur” Diyerek vatandaşın eline projeyi tutuşturursun. Elektriğini ve suyunu vermeden önce de projeye uygun yapıp yapmadığını denetlersin sonrada ruhsatını veririsin. Verdiğin projeye uymadı mı yıkar geçersin ki, diğer art niyetlilere örnek olur. Vatandaşın eline tutuşturduğun proje de, tek katlı çatılı, Türk ev kültürüne uygun bir ev projesi olur ki, beraberinde hem doğal kirlenmeyi getirmez hem de kültürel yozlaşmayı doğurmaz.
 
İhtiyaçları yasaklamak, sorunun çözümüne giden yol değildir!