bolatunsal @ windowslive.com


İstanbul havalimanında 21,45 de başlaması gereken yolculuk, Özbekistan havayollarına ait Boing 727-8 tipi uçak ile saat 22.00 civarlarındaki uçuş ile Taşkent’e doğru yol almaya başladık. 3500 km uçuşun ardından yerel saat ile sabaha yakın 04.30 civarlarında Özbekistan’ın başkentine indik. Servis otobüsünden inip havaalanı binasına girdiğimizde kısa bir şaşkınlık yaşadım. Çünkü Taşkent havaalanı beklediğimden çok daha küçük bir havaalanıydı. Gelen yolcu bandından valizlerimizi almamız ise yaklaşık 2 saat sürmüştü. İlk defa 2 saat valiz bekleme serüveni ile karşı karşıyaydım. Akşam hava kararırken girdiğimiz İstanbul havaalanından, sabah hava aydınlanırken Taşkent havaalanından çıkabilmiştik.
Taşkent havaalanı uluslar arası bir statüye sahip olmasına rağmen, çok da alışık olduğum bir havalimanı değildi. 4 valiz bandı, 2 Duty Free mağazası bir de kapalı küçücük kafeteryası bulunan, gelen yolcu bölümü vardı. Duty Free mağazalarına kısaca bir göz attığımda, kayda değer bir ürün göremedim desem abartmış sayılmam. Bizim köy bakkallarında çok daha fazla çeşit bulursunuz. Hatta bir tanesinde sadece parfümden başka hiçbir ürün olmadığını söylediğimde; arkadaşlardan birisi “Tabelayı değiştirsinler. Mağazanın adını Koku Free koysunlar.” Diye espri yapmıştı.
Gelen yolcu bölümünden dışarıya çıktığımızda hava oldukça aydınlanmıştı. Sher Murod Subhon Bey kalabalığın arasından bizi selamlayarak karşıladı. Biz havalimanından 2 saat geç çıkmanın tedirginliğini yaşamamıza rağmen, ev sahibimiz gayet rahat bir şekilde bizi karşıladı. Az ileride bizi kalacağımız misafirhaneye götürecek minibüs beklemekteydi. Biraz zor da olsa önce kendimiz bindik sonrada, Mine hanımın yardımı ile minibüsün şoförü valizleri boşluklara sıkıştırarak harekete hazır hale geldik. Bizim ve yükümüzün, minibüsün kapasitesine göre fazla olduğu, aracın kalkışlarda zangırdayarak titreyerek hareket etmesinden belliydi. Ama şoför durumu ustaca idare ediyordu, yarım debriyaj kullanarak bize durumu sezdirmemeye çalıştı. Bende hep merak ettim ne zaman inip aracı ittireceğiz diye. Tabi ki öyle bir şey olmadı.
İlk defa gittiğim şehirlerin coğrafi, şehir planları ve mimari yapılarına daha çok dikkat ederim. Taşkent de ilk dikkatimi çekenler, bulvarların gidiş ve geliş yönlerinin oldukça geniş olması, binaların ağaçların boylarını birçok yerde geçmiyor olması, bulvarlar ile binalar arasında oldukça geniş, yaklaşık 20 veya 30 mt. Ağaçlık alanın binaları yeşil bir örtü tabakası ile gizliyor olmasıydı. Yatay mimariye daha çok özen gösterilmişti. Araç ile caddelerde yol alırken beton yığınlarını değil, sonbaharın farklı tonlarını seyrediyorsunuz. Sanıyorum bu seyrettiğiniz manzara, mevsimlere göre de farklı renklere bürünüyordur. Geçtiğimiz yollardaki 4 katı geçmeyen, yorgun binalar ilk etapta bende yanlış izlenim bıraksa da, şehrin farklı yüzünü daha sonraki günlerde gördük.
Bir saat süren yolculuğun sonunda, şehrin oldukça dışında olduğu bir tesise geldik. Dostumuz “Kaplıcaya geldik.” Deyince arkadaşlar birden bire yorgunluğunu unutuverdi. Bu kaplıcada sıcak su havuzlarının olmadığını da öğrenince biraz keyifleri kaçtı. Özbeklerin misafirhane benzeri konaklama yerlerine kaplıca dediklerini böylelikle öğrendik. Geldiğimiz kaplıca; bizim öğretmenevleri veya diğer kurumların misafirhaneleri tarzında bir konaklama tesisiydi. Bulunduğu yer de Dormon diye geçiyordu. Özbekistan Yazıcılar Birliğinin bir tesisiymiş. Yazıcılar Uyuşması adı ile anılan birlik; aslında devletin resmi kuruluşu. Yani sivil toplum kuruluşu veya özerk bir yapı değil. Devlet yazarlarını, şairlerini; sessiz sakin bir ortamda konaklasınlar ve eserlerini buralarda üretebilsinler diye çok geniş alana, farklı etkinliklerini yapabilecekleri bir tesis yapmış. Yazarlar, Şairler günlük 5 dolar gibi bir ücret karşılığında burada konaklayabiliyorlar. Hatta bu tesisin etrafındaki araziyi farklı dönümlerde parselleyip sanıyorum içersine ev de yaparak tanınmış ediplere tahsis etmişler. Tesisin çok yakınında Özbekistan edebiyat dünyasının benimsediği birkaç villanın günümüzde de bu ediplerin çocukları tarafından kullanıldığını anlattılar.


Bir devlet düşünün; iki dönüm arazi içersine bir ailenin yaşabileceği ev yapıyor, yazarına, şairine diyor ki, bu ev senindir bana yirmi yılda borcunu öde. Sanatını da burada yap. Sen yeter ki eserlerini üret, ev sahibi olacağım barınmamı garanti altına alacağım diye düşünme diyor. Bizde de sanat yapan eleştiriliyor. Aradaki mesafeyi tespit edecek bir ölçü aletini sanıyorum bulmak mümkün değil. Böyle bir uygulamayı daha önce gittiğim hiçbir ülkede görmedim duymadım. Varsa da anlatmadılar.
Odalarımıza yerleştik ve sonra kahvaltı salonunda buluştuk. Bal, tereyağı, haşlanmış yumurta, kaymak ve pirinç den yapılmış çorba tarzı bir yiyecek sofranın içeriğiydi. Aslında masaya ilk konan piyaleler ve porselen çay demlikleriydi. Piyale; içersinden çay içilen kâselere deniyor. Çay porselen demliklerde hazır geliyor ama ister yeşil çay deyin, isterseniz siyah çay deyin sonuç değişmiyor. Masaya demliklerle gelen çayların hepsinin rengi ıhlamur rengi gibiydi. Tatları arasındaki farkı ben çok da anlayamadım açıkçası. Odalara dinlenmeye çekilirken saat 13.00 de lobide toplanmamız söylendi.
Herkes bahçede toplanmıştı. Hosiyet Rustamova’nın eşi olduğunu öğrendiğim, Koçgar Bey bizi yakındaki evlerine götürmek üzere gelmişti. Koçgar bey sabah ilk geldiğimizde de bizi sıcak samimi ve içtenlikle karşılamış ve çok ilgilenmişti.  Asmaların sardığı oldukça yüksek bitki tünelinin içersinden yürüyerek evlerinin olduğu mıntıkaya vardık. Bir taraftan yolda yürüyor bir taraftan da çevredeki ağaç yapısını ve bikri örtüsünü inceliyordum. Bahçelerin içersindeki su arıklarını görünce kendimi Anadolu’nun bir köyünde hissettim. Bizim yayla köylerinde hangi ağaçlar varsa, bulunduğumuz bölgede de aynı ağaçlar vardı. Çam, Andız, Erik, Elma, Dut, Ceviz, Kayısı, Kestane ilk gözüme çarpan ağaçlardı. Bitki örtüsü bile neredeyse tıpa tıp aynıydı. Yol kenarlarındaki evlerin bahçe duvarları bir insan boyundan yüksekçe, bahçe giriş kapıları iki kanat olup bahçe duvarı boyundaydı. Üzerinde de beşikörtümü, giriş kemerini andıran bir çatı vardı. Bahçe kapısından içeriye girdiğimizde çiftlik evini andıran iki katlı evin bahçesinde yemek masası hazırlanmıştı. Özbek mutfağı ile o gün tanıştım. Çorbanın ve kabak böreğinin yanı sıra ana yemek elbette Özbek pilavıydı ve Koçkar Bey kendi elleri ile hazırlamıştı. Leziz yemeklerin ardından oldukça uzun süre daha çay eşliğinde sohbetlere devam ettik. Bir başka yoldan geri döndük. Yol kenarlarında çok büyük çınar ağaçları vardı. Buda bu konakladığımız misafirhanenin oldukça uzun geçmişinin olduğunu gösteriyordu.
Odalar için su ve birtakım ihtiyaçlar için mahalle bakkalına gittik, çok fazla bir çeşit bulamadık. Bizimle ilgilenen şair bir beyefendi “Arabayı getireyim süpermarkete gidelim.” dedi. Daha sonra Taşkent’in birçok yerinde şubelerini gördüğümüz bir markete vardık. Raf düzeni, kasa sistemi, hatta market arabaları bile bizdeki ile tıpatıp aynıydı. Tabi ki ürün markaları ve çeşitleri Özbeklere özgüydü. Akşam erken yattık zira yorgunluğumuzu atamamıştık.
 
Dün sabah kahvaltı masasındaki çeşitler alışık olduğumuz cinsten değildi. Bu sabah da kahvaltı masamıza benzer yiyecekler konmuştu. Bal, tereyağı, pirinç içerikli yiyecek ve yumurta (Farklı çeşitlerde hazırlanarak!)  kahvaltının değişmezleriydi. Sosis, salam da oluyordu bazen.
Kahvaltıdan sonra, kişi başı 15 dolar ödeyerek kiraladığımız 22 kişilik küçük otobüs ile Taşkent şehir merkezine doğru yola çıktık. Şehir merkezine doğru yaklaştıkça kenar mahallelerin salaşlığının yerini; daha derli toplu modern binaların aldığını gördük. Şehrin genelindeki yatay mimari, yeniden inşa edilen şehrin bazı bölgelerinde yerini dikey mimariye bırakmış ama yolların genişliğinden ödün verilmemişti.
İlk durağımız Emir Timur müzesi oldu. ( Hani şu, 28 Temmuz 1402 yılında Ankara savaşında Yıldırım Beyazıt’ı yenip 3000 bin askeri ile esir alan Timur. Katliam yapılmasın diye, teslim olmalarına karşın, Sivas da katliam yapan Timur. Ankara Savaşı aslında Türk boyları arasındaki kardeş kavgasının bir başka örneğidir.) Daire şeklindeki mimarisi, ortasında yükselen kubbesi ile kenar duvarlarının arasında uzanan düzlük, bir şapkayı andırıyordu. Girişini havuzların süslediği müzenin ihtişamı içeriye girince daha iyi anlaşılıyor.  İçerisindeki orta alandaki boşluk, kubbeye kadar yükseliyordu. Daire şeklinde olan dış duvarların iç yüzüne yapılmış ve binanın iç kenarı boyunca bant şeklinde dolanan balkon şeklinde ikinci kat vardı. İkinci kattaki iç balkonda, tarihin geçmişe uzanan koridorlarında, kendinizi kaybediyorsunuz. Müzede en çok ilgimi çeken de dönemin çalgıları oldu. Orta Asya kökenli ve Türk Dünyasının kullandığı çalgıları araştırdığım için incelemeden geçemedim. Bir tanesi Arp’ı andırıyor ama boyut olarak çok daha küçüktü. Kanun’a da benziyordu aslında. Bir tanesinin gövdesi bizim bağlama ile aynı ama sapın gövdeye bağlandığı bölümde tekneye baklava dilimini andıran bir şekil verilmişti. Burgularının olduğu sapın ucu ile perdelerin bulunduğu sap kısmında ve perde sayılarında değişiklikler vardı. Burguların bağlandığı gövde gitarınkine benziyordu. Diğer çalgı Keman’ın ta kendisiydi.

 

 


Müze girişinin yan tarafından geçen bulvarın diğer tarafında kent meydanı vardı. İkinci durağımız orası oldu. Oldukça geniş bir alana yapılmış parkın ortasındaydı. Meydanın ortasında yapay bir tümsek oluşturulmuş, oluşturulan tümseğinde ortasına yaklaşık 2,5 metre yüksekliğinde mermer bir kaidenin üzerinde, Timur, atının üzerinden gökyüzünü seyrediyordu. Adettendir, heykelin önünde fotoğraf çekinmeden geçemedik. Parkın içersinde kestane ağaçlarının çokluğu dikkatimizden kaçmadı. Meydanın bir başka cephesinde de Hotel Uzbekistan bölgenin en yüksek ve geniş yapılarından birisiydi. Hotel’in hemen yanında da yeni yapılmış modern bir kongre merkezi vardı.
Öğle yemeği vakti gelmişti. Sher Murod Subhon Bey’in önceden yer ayırttığı bir aşevine gittik. Bizim için hazırlanan masayı gösterdiler oturduk. Servisler önceden açılmıştı. Küçük bir servis tabağı, çatal, kaşık ve piyaleler. Yemek masalarının en göze dokunanı da ekmekler. Ekmekler; yuvarlak ve bizim pideleri anımsatıyor. Bizim pidelerden farkı yuvarlak ekmeklerin orta yeri kenarlarına göre daha çukur ve desenli. Masaya su koyma gelenekleri hiç yok Özbeklerin. Bir gün önce Özbek Pilavı ile tanışmıştık. Bugün de Özbeklerin meşhur Somsası ile tanıştık. Somsa; bizim poğaça benzeri bir yiyecek. İçersine bizim koyduğumuz tarzda peynir, patates, zeytin v.s. değil de, kavurmalık et ve rendelenmiş soğan konarak yapılıyormuş. Pişirme yöntemi farklı. Anadolu da tandır’ın içinde duvarlarına yapıştırılarak bazlama pişirilir. Somsa da tandırın içersinde toprağa yapıştırılarak pişiriliyor. Dışının hamuru azıcık sert gibi ama içersindeki soğan ve kavurmalık etin tadını alınca keyif alıyorsunuz. Şaşlık, Özbeklere göre şiş kebap demek. Bir başka deyişle bizdeki şiş köftenin veya baharatsız Adana veya Urfa gibi hazırlanmış olanına şaşlık deniyor. 
Yemekten sonraki rotamız Taşkent pazarıydı. Taşkent pazarının bizim pazarlardan farklı yönü, sabit işyerleri gibi çalışıyor olması. Yani haftanın altı günü açıyorlar, bir günü kapatıyorlarmış. Bizde, tekstil veya turizm ve gıda olarak ikiye ayrılan pazarlar Özbekistan da tek ve hep bir arada kuruluyor. Yani pazarda gıdadan giyime, hırdavattan hediyeliğe her türlü ürünü bulabiliyorsunuz. Tezgâhların yerleşim yeri ölçüleri bizim Pazar yerlerine göre çok daha küçük. Tezgâhların üstlerini örttükleri brandalar karman çorman. Ne bir estetik var nede göze hoş gelebilecek başka görüntü var. Karşılıklı tezgâhlar arasında yürümekte zorlanıyorsunuz. O kadar çok iç içe geçmiş bir yerleşim düzeni var ki, kaybolmanız an meselesi. Zaten Pazar gezisine başlamadan önce Coşkun ağabey uyarmıştı, “Kaybolan başladığımız bu noktadaki ağacın altında üzüm sandığının yanında beklesin, aradığımızda bulalım.” Diye. Öyle de oldu. En sonunda kendisi kayboldu, aradığımızda tarif ettiği o nokta da bulduk kendisini.
Pazar kurulan bölgenin yukarı kısmında, tepede kapalı pazar yeri olarak tanımlayabileceğimiz, üstü sabit çatı ile kaplanmış, sabit tezgâhların olduğu ve gıdanın dışında hiçbir ürünün satılmadığı oldukça büyük bir bölüme düştü yolumuz.  Birkaç ürünün fiyatına bakıp Özbekistan Som’unu, Türk Lirasına çevirince fiyatların yaklaşık Türkiye ile aynı olduğunu gördüm. İki para değeri arasındaki tek fark, alım güçleri eşit ama Som da daha bolca sıfırlar var. Örneğin 1 kg. ceviz içi bizim Türkiye fiyatları ile aynı. 1 kg. elma da öyle. Tekstil bize göre biraz daha pahalı. Pamuk yetiştirebilen bir ülke olmasına rağmen pahalı olmasının anlamı sanayide istenilen düzeye gelinememiş olması sanıyorum. Eşofman altı aldım belki geceleri beklediğimden soğuk olur diye. 120.000 Som idi fiyatı. Yaklaşık 205 Türk Lirası ediyor. Aynı eşofman altını bizde daha ucuza alabilirsiniz sanıyorum.
Oldukça çok geniş bir alana yayılan Pazar yerinde hiçbir yerde görmediğim bir başka kapalı Pazar yeri görüntüsünde bir bölüme düştü yolumuz. Karşılıklı iki giriş kapısı olan, ortada oldukça geniş bir koridorun olduğu, bu koridorun iki kıyısı boyunca uzanan aşevi ( Lokanta) tezgâhları vardı. Ortadaki koridora bakan yemek tezgâhlarının arka taraflarına masalar ve sandalyeler konulmuş, bu yemek tezgâhlarından yemek alanlar oturup o masalarda yemeklerini yiyorlardı. Bir başka deyişle yemek sektörü de pazarda yerini almıştı.
Sanıyorum kardeşlik böyle bir şey. Fiyatlarımız bile aynı. Alım gücümüz geçim koşullarımız aynı sanki. Duygularımız aynı. Birbirimizin gözlerinin içersine bakışlarımız aynı. Selam verdiğimiz, her can da hissedebiliyoruz bu duyguyu. Üstü kapalı sebze meyve pazarının bulunduğu alanın hemen bitişiğinde bir başka kapalı Pazar alanı vardı. Girişindeki tabelada NON MAHSULOTLARI yazıyordu. Burada sadece ekmek ve un mamulleri satılıyordu. Bizde eskiler ekmeğe nan derler, Özbekler de non diyor.  Non mahsulotları; ekmek mahsulleri veya un mamulleri bizdeki deyimle. Aslında Latince yazılmış sözcüklerin birçoğunu anlayabiliyorsunuz.
Pazar kurulan çok geniş alanın bir kıyısında yarım küre şeklinde, oldukça yüksek, dışının bir tabloyu andırdığı özgün mimarisi ile Chorsu Çarşısı; Taşkent’e bir başka güzellik katıyordu.  Şehir merkezini bir başka güzelliği de yine Pazar alanının bir başka kıyısında kalan 1570 yılında yapıldığı söylenen Kukeldaş Medresesi, günümüzde de göz kamaştırmaya devam ediyordu. Özbekistan’ın neresine giderseniz gidin tarihi medreseleri, özgün mimari yapısından, çini renk ve desenlerinden tanımanız kolay. Türk’ün rengi ve tarzı desen desen bütün yapılarda kimliğini ortaya koyuyor.