Aşık Veysel, insan hayatını, gece gündüz gidilen uzun ince bir yola benzetir. Gerçek manada her yolun sonu vardır. Yaşamı, yol metaforu ile anlatan Büyük Usta, onun iki kapılı olduğunu da belirtir: O kapılar, doğmak ve ölmek…
Yaşamın iki kapısı olduğu gerçeğini unutmadan ve çok bilmişlik etmeden, Ataol Behramoğlu misali “yaşadıklarımdan öğrendiklerimi” temel alarak, yaşam üzerine hasbihal etsek yeridir.
Hayat adlı atlasın dönüm noktalarının sayısı çoktur. Okul öncesi, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite, iş hayatı gibi periyodik dilimleri vardır. Çocukluk, on sekiz yaş ile reşit olmak, orta yaşlılık, yaşlılık, ileri yaşlılık, askerlik, evlenmek, boşanmak, çocuk sahibi olmak, çocuk doğurmak, kayıplar yaşamak da bizleri çok farklı boyutlara taşımaktadır.
Her durağın görev ve sorumlulukları, hissettirdikleri, düşündürdükleri, çağrıştırdıkları, kattıkları, eksilttikleri birbirine hiç benzememektedir.
18 yaşında yetişkinlerin dünyasına adım atmak başlı başına yaşamın başkaldırısı, yasak olanları denemenin zamanı, hayatın ilk devrimiydi. Sen çocuk değilsin, serzenişlerinin resmiyet kazandığı yaş. Yaydan çıkan ok gibi geriye dönüş yoktur, çocukluk anlarını özlemenin ötesinde.
35’li yaşlar yorulmadan, yılmadan koşturmacalı, dumanlı ve bunalımlı, biraz melankolik geçen bir yaş dilimiydi.
35 yaşımı doldurduğumda, artık yolun yarısındasın, diye kendime telkinlerde bulunmama neden olan da yine öğrendiklerimizdi. “Yaş 35” der demez herkesin aklına ilk gelen Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Çünkü bu yaşın ömrün yarısı olduğunu tescilleyen odur. Dedi ki:
“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.”
Aramızdan erken ve geç ayrılanlar istisnayı bozmadı, biz hep Dante’den mütevellit 35’i ömrün yarısı saydık; sanki 70 yıllıkmış gibi hayat.
Kırkına merdiven dayamak olgunluğun, verimliliğin, yaşamın mastırının adıydı. Hayata dair uzmanlık belgesi verilse yeridir. Hele bir 40’lı yaşları gör, bak sen o zaman yaşamın ne demek olduğunu anlayacaksın diyenleri haklı çıktılar.
50’li, 60’lı ve sonraki yaşlar için çok şey deniyor; bakalım yaşayıp göreceğiz. Bizden önce duraklara ulaşanlara yavaştan kulak verdiğimizde fısıltıları duymak mümkündür. Ne de olsa hayat ileriye doğru yaşanıyor, geriye doğru sorgulanıyor.
Kırkına dayanan merdivenden çıkan biri olarak bu yaşa erişir erişmez, birdenbire aydınlanma ya da kendini fark etme duygusu yaşamış değilim, benim ki kümülatif olarak biriken insan, anı, acı, bilgi, yaşantının gözden geçirilerek harmanlanması sonucu ortaya çıkanlar. Bilinç bankamızda biriken deneyim tapularına her baktığımızda anlarız, gerçekte neyin para edip etmediğini. Yaşam borsasında kimin üç kuruş, kimin metelik, kimin hazine değerine eriştiğini.
“Hayatın muhasebesi” desem daha anlaşılır olacaktır.
Bazen çetin içsel çatışmalar, derin dalgalanmalar, esip gürlemeler, çağlayıp dökülmeler; bazen geniş bir yazıda süzülerek kıvrılıp akmalar, oturup sakinliğin kuytusunda kendi etrafında dönmeler ile bu muhasebe yapılmaktadır.
40’lı yaşlar artık daha seçici olduğumuz bir dilim. Zaman daralıyor; önüne her gelen heybene konmuyor. Haybeye taşımaktan vazgeçtiklerinin yığınla olduğunu izlediğinde.
Ve bir başka büyük Usta Aziz Nesin “Kendime Öğüt” adlı şiirinde şöyle diyor:
“Uslanma hiç hep deli kal
Büyüme sakın çocuk kal
Es deli deli böyle kal
Son harmanında sevdanın
Tüken toz toz savrula kal
Suçüstü bulmalı ölüm
Ölürken de sevdalı kal ...”
Aziz Nesin’in yaşamla ilgili öğüdünü en başta kendime vererek, sonuç cümlesini içimden geldiği gibi yazayım: Hayat, her yaşta güzel ve yaşanmaya değerdir.