Her şeyin çok ince çizgisindeydim.
Hayat denilen yol bana hep dardı. Hiç bir zaman üç şeritli bir yolda gitmedim hep çift şeritliydi yollarım. Ya ileri gidecektim ya geri. Ya susacaktım ya avazım çıktığı kadar bağıracaktım ama ben bağırmayı hiç öğrenmedim ki hep susmayı öğrendim.
Susarak beklemeyi ,bekleyerek görmeyi, görerek yaşamayı, yaşayarak da 1ben1kendim olmayı öğrendim . Aitlik diyorlar , nedir ki o ? insanın bulunduğu ortamda kendi varlığını hissetmeseymiş oysa ki ;ben hayatın içinde hep bir balkon gibiydim o evin bir parçası ama sokakta ve soğuk. Kendimi başka türlü anlatamıyorum neden mi? Çünkü hisler cümleleri tamamlamaya yetmiyor da ondan ...
O yüzden belki de çok konuşmadım, dilim dönmedi yani her ailenin gözünün içine baktığı bir can vardır .Ben de kendi ailemin o canıydım, konuşsam dilimden zehir zemberek acılarım çıkacaktı belkide. Bir de bunları yorumlayıp açıklamak durumunda kalacaktım ne gerek vardı ki böyle şeyler yapmaya. Herkes bir şekilde yaşıyordu işte bu hayatı .Ama ben bunları anlatmak istemiyor değildim ki aslında çok istiyordum içten içe. Ben sadece başkalarını üzmek istemiyordum.
Ama içim içime de sığmıyordu benden bunların bir şekilde çıkması gerekiyordu. Konuşmuyorsam yazmaktı bunun tek çözümü. Yazarak ulaşmaktı aileme. Her gün oturup kağıtları ,silgiyi ,kalemi alıp kararlı bir şekilde yazıyordum içimde birikenleri,beynimi meşgul edenleri ,yaşadıklarımı, hissettiklerimi özlemlerimi ,mutluluğumu veya mutsuzluğumu paylaşıyordum .Kimi zaman bir sayfa kimi zaman 20 sayfa. Mektubu bitirince de oturup defalarca okuyordum. Her seferinde bunu bilmesinler bunu da bilmesinler buna gerek yok buna da gerek yok deyip üzerini sildiğim cümleler ,cümleler derken bir bakmışım bütün paragraf ,paragraf derken paragraflar ve bütün yazdıklarımın üzerine bir çizgi atmışım. Her gün bu mektuplara başlarken bitince postaneye gidip postalayacağım diyerek karar alıyordum kendimce.
Belkice çocukca. Sonunda hiçbir zaman postaneye ben ulaşamıyordum ki; mektuplarım aileme ulaşsın... Sonra onca yazılanları postaya vermişim gibi hissetmek ve kendimi Rahatlatmak için bir yol buldum.Evde boş bir oda vardı , ardiye denilen bir yer o odaya ne zaman girsem kendime benzetirdim boş gibi dursa da aslında birçok şeyi içinde barındırdığı,depoladığı hatta sakladığı bir yer.Orası bana ait her anı çocukluğumu, gençliğimin saklı olduğu eşya ve maneviyatın odasıydı orası.Bu gönderilemeyen mektupları nereye saklayayım diye düşünürken gözüm halıya ilişti.
Çünkü o odaya tek giren bendim ve orayı kimse görmüyordu tıpkı benim beynim ve kalbim gibi.Halının altı her gün bir mektup ağırlamaya başlamıştı artık postahane ambarına dönmüştü adeta.Ben ve mektuplarım halının altında yıllarca yaşadılar hiç bir yere postalanama dan yıllarca karanlıkla sessiz sedasız beklediler.Sadece ev veya şehir değişikliği zamanları geldiğinde itina ile tarih sırasına girerek özenlice kutulara girdiler. Şimdi neredeler mi....?