Sina Afgandır.
On üç yaşında yağız bir çocuktur. Afganlara özgü büyük elmacık kemikleri, dolgun dudakları, basık bir burnu ve simsiyah gözleri var. Ona baktığımda Halit Hüseyninin "Uçurtma Avcısı" geliyor aklıma. Hepsi bu kadar da değil, mesela Sinanın gözlerine bakamıyorum diyebilirim, çünkü bakışlarını yakalayıp kalbinin derinliklerine inmelerinden korkarcasına gözlerini herkesten kaçırıyor.
Yüzünde, tüm yüz ifadelerini gizleyen taş gibi bir ciddiyet var. Bu onun savunma mekanizmasıdır. Sina, harabelerle dolu gönül evi görünmesin diye çevresine yüksekce bir çit çekmiştir. Ama dört ay önce, onun bizim sınıfa ilk geldiği gün bu çiti aşacağıma dair kendime bir söz verdim. Sınıfa yeni gelen çocuklara karşı garip bir hassasiyetim var, belki de bu, çocukken sınıf değiştirme konusunda bullyinge-zorbalığa uğradığım içindir. Diğer sınıflardan, okullardan, şehirlerden gelen öğrencilere karşı çok ilgiliydim, ne zaman yanlarından geçsem elimi omzuna koyarak yalnız olmadığını hissettiriyorum, çocuklara ona iyi davranmaları talimatını veriyorum. Herkesten çok sınıfta onu konuşturuyorum, herkesten çok onun günlüğüne ders notu yazıyorum, o herkesten biri olana kadar bu böyle devam ediyor.
Ama Sinada durum farklıydı, o, sınıfını, okulunu, şehrini değil ülkesini değiştirmiş, dilini, örfünü, karakterini bilmediği insanların arasına düşmüştür. On üç yaşındaki bir çocuk için bunun ne anlama geldiğini tahmin etmek zor olmasa gerek, geride bıraktığı ülkesinde kim bilir neler yaşadığından bahsetmiyorum bile. Bu yüzden ben Sinayı bakışlarımla uzaktan kontrol altında tutuyorum. Öğretmenlik alışkanlığım, sınıfın neresinde olursam olayım gözümün ucuyla Sinayı görmemi sağlıyor. Bazen etrafına ördüğü çiti unutup içerideki harabeler arasında eşinir, hayallere dalar, yüzü gerilir, garip bir şekilde titrer ve elleri hafiften kasılır. Ben hiçbir şey söylemeden dikkatlice yüzüne bakıyorum. Çabucak kendine gelir ve o sert maskesini tekrar takar.
Önceden böyle durumlarda Sina benim bakışlarımdan rahatsız olurdu. Sonra bu bakışlardan can simidi olarak tutunmayı başardı. Bu bizim aramızda oluşan gizli, sessiz bir oyundu ve Sina artık buna hafifçe bir kafa sallamaktaydı. Yani "iyiyim, merak etmeyin geçti" anlamında. Ve ayrıca da teşekkürle . Bazen ben gizlice çocuklarla onu konuşuyorum. Sinanın derslerarası teneffüste bile ayağa kalkmadığını, hiçbir şey yemediğini, su bile içmediğini, kendisine sunulan hiçbir şeyi kabul etmediğini ve hiç kimseyle konuşmadığını söylerler. Üstelik sevinçli bir şekilde Sinanın Matematik ve İngilizce derslerini pek iyi okuduğunu eklerler. Bu haber beni mutlu ediyor: -Çocuk eğitimli demek ki. -Ama Azerbaycan dilini neden okumuyor öğretmenim? - Çünkü dili bilmiyor. - Nasıl olacak o zaman? - Öğreteceğiz, hep birlikte öğreteceğiz. O cevap vermese bile siz onunla her gün konuşun. Sonra Sinanın sıra arkadaşı, sınıfın en cömert çocuklarından biri olan Alekberi çağırarak ona da bazı talimatlar veriyorum. Düşünerek bir yolunu bulmuş, dilinin kilidini az da olsa açmıştım.
Sınıfı selamladıktan sonra Sinayı ayrıca selamlardım ve her gün şöyle küçük bir diyalogumuz olurdu: - Merhaba Sina. - Merhaba öğretmenim. - Nasılsın oğlum? - İyiyim öğretmenim. ... Sonraki hafta hastalık nedeniyle okula gidemedim. Döndüğümde ilk dersin nasıl geçtiğini hissetmedim, ben yokken öğrendiklerini nasıl anladıklarını anlamam için soru- cevap derken sözlüye öyle meşqul olmuşum ki zil çalınca daha sınıf defterini bile yazmadığımı hatırladım. Aceleyle öğretmen masasına giderek sınıf defterini henüz açmıştım ki birinin usulca bana yaklaştığını hissettim. Başımı kaldırdım Sina idi. - Merhaba öğretmenim. İlk kez tenefüste ayağa kalkmış, öğretmen masasına yaklaşmış ve hatta kendi isteyerek konuşmuştu. Hemen şaşkınlıkla hem de sevinçle cevap verdim: - Merhaba Sina, kusura bakma seni unuttum. - Nejasiz oğretmanim? - İyiyim oğlum sen nasılsın? Sina cevap vermedi, sadece bana baktı durdu. Kalın dudakları titriyor, burun delikleri geniş açılıyordu.
Bana bakıp duran siyah gözlerinde kelimelere dökemediği bir heyecan vardı. O bakışlarının kapısını çoktan bana açmıştı ve ben onun duygularını okuyabiliyordum. Yüzüme bakan gözlerdeki bu ifade daha önceki donuk korku değildi, bu telaşta bir yaşam belirtisi vardı, umut ve sevgi karışık bir duygusallık vardı. Bana yöneltemediği soruyu gözlerinden okudum ve hemen cevapladım. -Merak etme Sina, ben bundan böyle her gün derse geleceğim, hastalanmayacağım ve hiçbir yere gitmeyeceğim. Onu tanıdığımdan bu güne kadar hiç gülmeyen Sina, yanıt olarak ilk kez gülümsedi. Etrafımızı çevreleyen çocuklar alkışladılar. Onlara minnettarlıkla baktım. Biz bunu birlikte başardık. Bu bizim hepimizin zaferdir.